Yalnızlık Masalı
her akşam özlem türküleri yakardım
bir ozanın büyülü sazıydı sevdam …
karanlık bastığında gözümde tüten
ay gibi her gece karşımda biten
güneşin doğuşuyla eriyip giden
pencere buharındaki yazıydı sevdam…
Yunus gibi bulmuştum “ballar balını”
rüzgardan koruyamadım ki dalımı
oysa kendim yazmıştım kendi masalımı
peri padişahının kızıydı sevdam…
nadide bir vazoyken sandığa atılmış
sonra yok fiyata eskiciye satılmış
boğazda düğümlenmiş, sonra yutulmuş
kursağımda kalan bir sızıydı sevdam…
“Ballar balını buldum/ dükkanım yağma olsun…” Yunus ne güzel anlatmış değil mi aşkını, karşılıksız, katışıksız aşkını… Yüzyıllar öncesinin “değerli” aşkını… Peki günümüze dönersek; zaman içerisinde en fazla ne olur ki sevdaya? Zaman değişir, zemin değişir, insan büyür değişir, eee ya sonrası? Nedir baktığında geride kalan? En fazla olsa olsa düş kırıklığı (ki insan hayatının olmazsa olmazı) yavaş yavaş bir karanlık güneşin yalancı sıcağında birer birer kuruyan, toz olup rüzgarda savrulan umutlar ve bir de boğazda kurumuş, bir buruk düğümün her gece sancıyan sızısı… Oysa bir film gibi başa saramazsın ki yeniden; bu bir masal da olsa… Uzak yıldızlara anlatacak çok şeyin vardır halbuki; yalnızlığın masalı olur anlatacakların; muhatabını bulmasa da… Evet, “yalnızlığın masalı” olur; her ne kadar masallarda “yalnızlık” olmasa da…